Bundan önceki “İNSAN BU MECHUL” başlıklı yazımda, yaratılmışların en mükemmeli insanın, vücudundaki mûcizevî sırlardan bahsetmiştim. İnsan beyninin hafıza gücünün, parmak izlerindeki farklılıkların ve gözlerden fışkıran enerjinin hikmetlerini açıklarken, bedenimizdeki tüm uzuvların hayâtî faydalarını vurgulamıştım.
Bu konuda okuyucularımdan çok sayıda telefon, e.mail ve sair yollarla sitayişkâr yorumlar aldım. İlim ve kalem erbabı kimi dostlar teşekkür meyanında ilave bilgiler de verdiler. Bu sebeple TEFEKKÜR konusunda bir yazı hazırlamaya karar verdim.
Bilindiği üzere; kâinatta hiçbir varlık başıboş ve gayesiz değildir. O halde bu kadar mükemmel surette, esrar ve mûcizeler ile dolu olarak yaratılmış insan; acaba gayesiz ve başıboş olabilir mi? Hem de kendiliğinden kör tabiatın eseri olarak meydana gelebilir mi?
İşte bütün bu soruların cevabını bulmak üzere, bizden başka hiçbir canlıya bahşedilmeyen aklımızı kullanarak, beynimizin sınırsız hafıza gücü ve letâifin mânevî rabıta bağı imanımız ile, derin derin tefekküre (düşünmeye) dalmak zorundayız.
Kur’ân-ı Kerim’de sıkça tekrar edilen ikazlardan biri, “Aklınızı kullanmıyor musunuz?” mealindeki “Efelâ tâ’kılûn” bir diğeri de “Siz hiç düşünmez misiniz?” mealindeki “Efelâ tetefekkerûn” hitaplarıdır.
Bu ayetlere göre; Müslümanlar akıllarını kullanmak ve tefekkür etmek zorundadırlar. Şu halde kimi cemaat mensubu kardeşlerimizin, şahsi işlerinde akıllarına göre hareket ettikleri halde, sosyal münasebetlerde aklı-selime ve şer’i şerife aykırı emirlere, körü körüne tabi olmaları çok yanlıştır. Bunun vebali de büyüktür. Halbuki; Hz.Peygamberimiz “Hâlika isyan konusunda, hiçbir mahluka itaat yoktur.” Buyurmuştur.
Tefekkür etmek, aklımızı, beynimizi ve muhakeme gücümüzü kullanmak hususunda ayet ve hadisler o kadar çoktur ki, yazımızın çerçevesine sığdırmak imkânsızdır. Sayısız İslam mütefekkirleri, müçtehitler, mezhep imamları ve tüm üstadlarımız akıllarını torbaya koymayıp, ilim-irfan ve irşat yolunda gece gündüz çalışmışlardır.
Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) Ebu Hüreyre’ye “Bir saat tefekkür edip düşünmek bir sene ibadetten daha hayırlıdır.” buyurmuştu. İbn-i Abbas’a ise “Bir saat tefekkür edip düşünmek yedi sene ibadetten daha hayırlıdır.” Hz.Ebu Bekir’e de “Bir saat tefekkür yetmiş sene ibadetten daha hayırlıdır.” Buyururken tefekkür konularının farklarını vurgulamıştır.
İnsan kimseden dini telkin almamış olsa bile, sırf kendi aklıyla kâinata bakarak, yüce Allah’ın varlığını ve kudretini idrak edebilir.
Varlığın bilmeye ne hacet kürre-i âlem ile.
Yeter ispatına halk ettiğin bir zerre bile.
Allah’ın zatı üzerinde düşünmek ve onu aklımızın çerçevesine sığdırmaya çalışmak doğru değildir. Hz.Peygamberimiz bu konuyu tartışan eshabına hitaben, “Allah’ın yarattıkları üzerinde düşünün, Fakat zatı hakkında sakın düşünmeyin. İdrakiniz yetmez.” Buyurmuştur.
İDRÂKİ MEÂLİ BU AKLA GEREKMEZ.
ZİRA BU TERAZİ BU KADAR SIKLETİ ÇEKMEZ.
Uzay çok büyük olmasına rağmen sınırsız değildir. Galaksimiz, güneş sistemi, dünyamız, ay, yıldızlar ve binlerce gezegen göklerin ve yerlerin hepsi Allah tarafından yaratılmış olup, belirli eksenleri üzerinde hareket halindedirler. Hepsi de Allah’a hamd ederek tesbih ederler. Fakat biz onların tesbihat dilini anlayamayız.
Evrendeki bütün varlıkların evveli ve âhiri vardır. Ezelî ve ebedî olan sadece Hz.Allah’tır. Yaratılmış her şey günü vakti saati gelince helak olacaktır.
Bizi yoktan var ederek insan olarak yaratan, hayat veren, sayısız nimetlerle donatan ve en önemlisi İslam ile şereflendiren Hz.Allah’ı tefekkür edip, teşekkür etmeliyiz. Onun verdiği nimetlerin çeşitlerini saymak isteseniz, ömrünüz boyunca sayamazsınız.
Var oluş konusunda patlama teorilerine bakmayın. Olmayan bir şey nasıl patlar? Olan bir şey nasıl yaratılmamış olur? Varlıklar âlemini milimetrik bir denge içinde yaratıp yöneten ilâhi kudreti görmemek için akılsız olmak lazım.
Bu hayat nizamının fani olduğunu ve bir gün sonu geleceğini de kabul etmeliyiz. Yani âhiret vardır. Bir ömür boyu beyin hafızamıza kaydedilen bilgiler, belgeler (amel defterleri) önümüze konulacaktır. İşlediğimiz iyi veya kötü her şeyi apaçık göreceğiz. Ağzımız inkâr edemeyip mühürlenecek, ellerimiz konuşacak, ayaklarımız şahitlik yapacaktır.
Şimdiden hayatımızın muhasebesini iyi yaparak: kibir, riya, haset, cimrilik, aşırı hırs ve şehvet ve benzeri mânevî hastalıklardan arınmak üzere, tevbe etmeli, tam bir ihlas ve sadâkatle ibadetlere devam etmelidir.
Akıllı insan, doğum ve ölüm denilen iki karanlığın arasındaki kısacık hayatın zevklerine tapmadan, yaratıcısını idrak ederek ebedi hayata hazırlanan kişidir.
HÜDAYA EMANET OLUNUZ.
İNSAN BU MECHUL
S E L Â M
Kâinatın en güzel ve mükemmel varlığı insan; sırlarla dolu çok değerli bir nüvedir. Ancak vahdet-i vücut felsefesine inananların iddia ettiği gibi, Allah’ın zatının bir parçası olmayıp, Yüce yaratıcının esmasının, ve ef’âlinin tecellisi ile yoktan var ettiği, yaratılmış akıllı tek varlıktır.
Bedeni, beyni, aklı, ruhu, kalbi ve letâifi ile tümüyle insanın esrarını çözmek, anlamak ve anlatmak neredeyse imkânsızdır.
Hz.Peygamberimiz; “Kim nefsini bilirse, ancak Rabbini bilmiş olur.” Hadis-i şerifi ile, insan bünyesindeki tüm kötü eğilimlerin odağı nefsi-emmârenin tehlike ve düşmanlığını anlayan kimse, ancak Rabbini anlamış ve iman etmiş olabilir buyurmuştur.
Bazı hadis âlimleri, buradaki (nefs) kelimesini zat anlamında tefsir ederek, şöyle mânâ vermişlerdir: “Kim insanın zatındaki sırları anlayabilirse, ancak o zaman kendisini yaratan Rabbinin kudret ve azametini anlamış olur.”
Elektronik bir cihazı (makineyi) andıran vücudumuzdaki bazı özellikleri düşünelim; yaklaşık 100 milyar hücreye sahip insan beyninin öğrenme, belleme ve hafıza gücü, bilgisayarların en gelişmiş elektronik belleklerinden kat kat fazladır. Üstelik bellekler sesi, ısıyı, dumanı vs. algılarken, dumanın kokusunu, meyvenin lezzetindeki başkalığı, sesteki mânâyı algılayamıyor.
“Geçici hafıza” ve “kalıcı hafıza” diye tasnif edebileceğimiz beynimiz binlerce bilgiyi depo edebilir, yine de boş yer bulunur. Hiç kimse hafızasını ağzına kadar dolduramaz. Kâinatta hiçbir şey boşuna hikmetsiz yaratılmadığına göre, Acaba Allah’ın vücudumuza yerleştirdiği bu güçlü hafızanın sırrı, sebebi nedir?
Allah’a ve âhiret gününe inananlar için bu sorunun cevabı gayet kolaydır. Mahşer günü yaptıklarından hesaba çekilecek olan insan, kendi hafızasına ömür boyu kaydedilen tüm yaptıklarını bir bir hatırlayacak ve görüntüleriyle birlikte amel defteriyle karşılaştırılacak, tabi ki, inkar edemeyecektir.
Vücudumuzdaki mûcizevî sırlardan birisi de parmak izleridir. Dünyadaki insan sayısınca farklı parmak izleri vardır. Asla yanıltmayan bu kimlik kartları, kriminalciler için eşsiz bir delildir. Parmak izleri öylesine hârika bir yaratılışa sahiptir ki, insan ne kadar yaşlanırsa yaşlansın, ne değişiyor ne de kayboluyor. Hatta üst deri yüzülse yerine çıkan deri aynı özelliklere sahip oluyor. Yanan parmaklar bile tedavi edilince eski özelliğini koruyor.
Mukaddes kitabımız Kur’an-ı kerimde, Kıyamet süresi üçüncü ve dördüncü ayetlerle bildirilen PARMAK UÇLARI MÛCİZESİ tam 13 asır sonra 1875 yılında Sir Edward Henry tarafından tespit edilerek, polis teşkilatlarınca resmen delil olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Ağız, burun, göz, kulak gibi uzuvlar ne kadar farklı olsalar da, birbirlerine benzeyebilirlerdi. İkiz, üçüz, beşiz insanlar vardı. Şaşırmak mümkündü. Ama parmak uçlarındaki çizgiler, şaşırtmayan genetik kodlara sahipti.
Milyarlarca insanın parmak izlerini birbirinden farklı olarak yaratan yüce Allah (c.c.) elbette ki, onu öldükten sonra tekrar yeniden yaratmaya
Kâdirdir. Çünkü insan öldükten sonra, bütün hücreleri zaman içinde çürüyüp yok olabilir. Ancak kuyruk sokumundaki (acebüzzenep) denilen çekirdek kök çürümez ve yok olmaz. O çekirdek insanın atomudur. Bunun kanıtı da parmak izleridir. İşte öldükten sonra tekrar dirilmek anlamındaki kıyamet günü insanlar bu köklerinden ve aynı izlerle yaratılacaklardır.
İlim adamları insanın ve kâinatın sırlarını araştırdıkça, Allah’ın sonsuz kudretini daha iyi anlayacaklardır. İlim ve fen inkişaf ettikçe bu ve benzeri ilâhi mûcizeler ortaya çıkacak, insanlar İslâm’a yöneleceklerdir.
Bakışlarımızla gözümüzden fışkıran güçlü enerji de bir sırdır. Bazı kişilerin filtresiz bakışından zararlı enerji akımı nedeniyle, muhatabının hastalandığını biliyoruz. Biz buna “nazar değmesi” diyoruz. Kimi Allah dostlarının şefkat ve himmet nazarlarının ise ruhlara şifa ve dertlere deva olduğunu da biliyoruz.
Şöyle bir senaryo düşünelim; 2 yaşına girmiş bir bebek yavaş yavaş sobaya yaklaşır. Oynarken birden bire eli, yanan sobaya değer. Müthiş bir acı ile ağlayarak hemen geri çekilir. Zira vücuttaki tüm hücrelerden ayrı ayrı, beyne giden telefon sinyali ile, (elde yangın var) alarmı verilmiştir. Otomatik telefonlar çalışmaya başlamıştır. Beyin anında hemen çocuğun eline “Geri çekil” talimatı vermiştir. Beyin göze de talimat vererek “derdimiz, acımız var. Ağla!” demiştir.
İşte şimdi ağlama sesine koşan genç anne, yanık için ilk yardımı yaptı ve: -“Çok şükür! Allahım!!! Yavrum tamamen yansaydı. Ne yapardım” dedi. Hem ağladı hem de yanma hissini veren rabbine şükretti.
HÜLASA OLARAK: Bütün uzuvlarımız, hatta kestiğimiz saçımız, tırnağımız, kaşımız, kirpiklerimiz hepsi sayısız hikmetleri ve yararları olan birer nimettir. İşte bu mükemmel elektronik vücut makinesini, ilâhi kullanım kılavuzuna uygun şekilde hayırda kullanmak ve kıymetini iyi bilmek gerekir.
Yazımı Muhteşem Süleyman Kânûninin dizeleriyle bitiriyorum:
Halk içinde muteber bir nesne yok Devlet gibi,
Olmaya Devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
Olsa kumlar sayısınca ömrüne haddü-adet
Gelmeye bu şişe-i çarh icre bir saat gibi.
Emekli Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanması, Türkiye’nin geldiği noktayı göstermesi bakımından dikkate şayan bir olaydır. Elbette ki, birilerinin tutuklanmasına sevinecek ve oh olsun diyecek değiliz. Yargılama bitmeden peşinen suçlu veya suçsuz da diyemeyiz.
Ancak 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden beri, yarım asırlık darbeler tarihine baktığımızda; nereden nereye geldiğimizin sembolik göstergesi bu olayda, ilâhî adaletin tecellisini görürüz. İşin püf noktası şudur;
Cenab-ı Hakkın 99 Esma-i Hüsna’sından (güzel isimlerinden) birisi (EL-ADL) ADALETTİR. Allah (c.c.) mutlak Âdildir. Mülkün (Kâinatın)temeli adalettir. Zerreden kürreye kadar tüm varlıklar; çok hassas, milimetrik bir denge üzerinde yaratılmış ve öylece devam etmektedir. Mevsimlerin gelip-gidişi, gündüzün geceyi takip edişi, dünyamızın ve diğer gezegenlerin yörüngesinde bir milim dahi şaşmadan hareket etmeleri, hepsi hassas dengeler üzerinde cereyan eden ilâhi adaletin eseridir.
Adaletin olmadığı yerde zulüm ve haksızlık vardır. Denge bozulmuş demektir. Denge bozulunca da ayakta durulamaz, yıkım olur. Bu sebeple, Hz.Peygamberimiz Cuma hutbesinde,”Şüphesiz Allah adaleti,iyiliği ve yakınlara yardımı emreder. Fuhşu, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. Tutasınız diye size (Allah) öğüt veriyor.”mealindeki (Nahl 90.) ayeti okuyarak adaletin önemini izah etmiştir. Bu sünnet asırlardır İslam Aleminde her cuma hutbesinde devam etmektedir.
Buna istinaden Hz. Peygamberimiz “Mülk küfürle devam edebilir. Ama zulümle asla ayakta kalamaz.” buyurmuştur. Divan edebiyatımızdan şu güzel mısraları günümüz Türkçesiyle veriyorum:
Cümle eşya hâlikındır,kul eliyle işlenir,
Emr-i Barî olmadıkça sanma ki,bir çöp deprenir.
Hak kulundan intikamın,yine kul ile alır,
Bilmeyen ilm-i ledünnü anı kul etti sanır.
Ne kahrı desti-âdâdan(düşmanlar) ne lütfu âşinadan(dostlar)bil,
Umûrun(işlerini) hakka tefviz(havale) et,Cenab-ı Kibriyadan bil.
Şimdi yarım asır öncesine 27 mayıs 1960 darbesine bakalım: Demokratik yolla milletin ezici çoğunluğunun oylarıyla seçilmiş Menderes hükümeti, silahlı kuvvetlerce devriliyor, iktidar mensupları Yassı ada’da kurulan sözde Yüksek adalet divanında, ağır hakaretler altında yargılanıyor. Merhum Menderes ve iki bakan idam ediliyor. Genel Kurmay Başkanı Merhum Rüştü Erdelhun paşa idama mahkum ediliyor ve askerlerin hakaretlerine maruz kalıyordu.
Daha sonra,12 mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, uyarı, bildiri ve sair irtica teraneleriyle her 10 yılda bir milletin temsilcileri alaşağı ediliyor, değerleri çiğneniyordu.
Müslüman Türk milleti üzülüyor, bunalıyor, ama sabırla vakarını koruyor, sokağa dökülmüyor, işi Allah’a havale ediyordu. En nihayet iktidara yürüyen, Sayın R.Tayyip Erdoğan, ders kitaplarında yer alan bir şiiri okuduğu için hapse atılıyordu. Hatta Başbakan iken partisi kapatılmaya ramak kalmıştı.
Asıl görevi vatan savunması olan TSK.nin bazı mensupları, hâlâ darbe planları yapıyor, kaos ve dehşet senaryoları hazırlıyorlardı.
İşte bütün bu olup biten haksızlık ve zulümler, naçiz kanaatime göre, gayretullah’a dokundu. Burç döndü, İlâhî adalet tecelli etti. 9 yıl önce hayal bile edemeyeceğimiz demokratik gelişme ve özgürlükler elde edildi. Tarafsız ve âdil yargı işbaşına geldi.
Adaletten söz etmişken, İslam adalet sisteminden ve Osmanlı adaletinden birer örnek sunmak istiyorum.
Übey-ibni Ka’b adındaki bir sahabi, Halife Hz.Ömer aleyhine bir dâva açar. Hakim Zeyd-ibni Sabit davetiye ile Hz. Ömer’i duruşmaya çağırır. Mahkeme salonuna gelen Hz.Ömer’e hakim tarafından yakınında bir yer gösterilmesi üzerine, Ömer; “Bu ne hal?” der. “Beni davacının yanında değil de kendi yakınında oturtman tarafgirliktir.” Hakim Zeyd’in cevabı şudur: -“Allah’a ve âhiret gününe imanı tam olan bir hakimin taraf tutması imkansızdır. Benim hep uyguladığım usulümdür. Dâvalıyı en yakınıma alarak, ifade verirken, göz ucuyla mimiklerini, vücut dilini ve ruh halini de anlamaya çalışırım.” Hz.Ömer teşekkür eder.Allah’a hamd eder.
Osmanlı Devletinin altın yıllarında, Fatih Sultan Mehmet Han devrinde Konyalı bir tüccar, İtalya’dan kumaş ithal etmek ister. Venedik’ten gemiye yüklenen kumaşlar İstanbul’a doğru yola çıkmış, fakat yolda gemi batmıştı. Parasını alamayan Venedikli tüccar, Konya kadısına başvurmuş: -Ben görevimi yaptım. Malları gemiye yükledim. Paramı isterim. Konyalı tüccar ise: -Sipariş ettiğim malları teslim almış değilim. Bedelini ödemem mümkün değildir. Derler…
Konya kadısı Hârim efendinin hükmü şudur:
“Venedikli tacir siparişi gemiye yüklemiştir. Geminin batması yüce Allah’ın takdiridir. Venedikli davacı malın bedelini alacaktır.”
Beklemediği bu adalet karşısında hayran kalan İtalyan tüccar, Hıristiyanlıktan ayrılıp, Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman olur…
HÜDÂYA EMANET OLUNUZ…
Yazarın Diğer Yazıları
S E L A M
Çağımızda baş döndürücü hızla gelişen bilim ve teknoloji sayesinde, ulaşım ve iletişim alanında kullanılan çeşitli alet ve cihazlar bizlere sunulan büyük nimetlerdir. Artık kâğıt, kalem, mürekkep, daktilo vs. gibi malzemeler gerekmeden bilgisayarın tuşuna basarak istediğimiz bilgi alış verişinde bulunabiliyoruz. Bilgi, duyuru ve düşüncelerimizi kolayca paylaşabiliyoruz.
Cenabı-Hakkın lütfettiği bu imkân ve nimetleri düşünerek, bazı dost ve arkadaşların da istekleri doğrultusunda, ben de müktesebatımı, görüş ve düşüncelerimi paylaşmaya karar verdim. Rabbimin verdiği ömür ve imkânlar ölçüsünde buradan sizlere (SELAM) başlığıyla sesleneceğim. Dînî, ahlâkî, sosyal ve kültürel konularda haftada bir gün yazmaya çalışacağım.
Bu adımı atmamda 3 ana faktör etkili olmuştur; Bunlar şunlardır:
1-İletişim teknolojisini hayırda kullanmak ve bu nimetin hakkını vermek,
2-Emri-bil’mâruf, nehyi-anil’münker diyebileceğimiz tebliğ vazifem,
3-Sahip olduğum, nâciz bilgi ve birikimin benimle toprağa gitmemesi.
Burada hemen belirtmeliyim ki; Hata, eksik ve fazlalıklarım olursa, samimiyetime hamlederek hoş görmenizi dilerim. Sürçü-lisan olursa afv ola.
Bilindiği gibi; çalkantılar, kavgalar, çatışmalar, açlık ve sıkıntılarla dolu bir sorunlar yumağı halindeki dünyamızda huzur içinde yaşamaya çalışıyoruz. Mum ışığıyla aradığımız bu huzuru yakalamak için, sorunların çözümünde bir nebze olsun hizmetim geçerse ne mutlu bana.
Ayrıca teknolojinin kötüye kullanımı yüzünden ve diğer nedenlerle oluşan, korkunç ahlâkî erozyon sonucu; fenalıkların ve sapık akımların yayıldığı bir ortamda, materyalizmin girdabında boğulmak üzere olan, bunalım içindeki insanlara el uzatarak, irşat ve hidayetlerine vesile olmaya çalışmak en başta gelen vazifemizdir.
İmam Taberânînin naklettiği bir Hadisi şerifte Hz. Peygamberimiz (S.A.V.) şöyle buyurmuştur. “Ey Ebu Râfî! Senin iki elin üzerinden (senin gayretlerinle) Hz. Allah’ın bir kulunu hidayete erdirmesi senin için üzerine güneşin doğduğu her şeyden hayırlıdır.” Hz. Peygamberimizin “Din nasîhattir” Hadisi de bu vazifemizi en güzel şekilde özetlemektedir.
Şu halde,yangını görüp, canhıraş bir şekilde bir kova su ile de olsa söndürmeye çalışmak gerekirken, seyirci kalmak, hatta keyfince yan gelip yatmak ne büyük bir gaflettir.
Günümüzde yaşanılan olaylar gösteriyor ki, teknoloji hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın, ilmî gelişmeler hayatı ne kadar kolaylaştırırsa kolaylaştırsın DÜNYA NİMETLERİNİN HİÇBİRİ İNSANOĞLUNUN RUHUNU TATMİN ETMİYOR. İnsanların pek çoğu mânevî buhran ve psikolojik bunalım içinde. Kısa bir süre önce medyamızda yayımlanan istatistikî bir rapora göre; Türk toplumunun %50 den fazlası psikolojik tedaviye ihtiyaç duymaktadır. Psikiyatri kliniklerine başvurular artmıştır.
İnsanların bunalıma girmesi, iç huzuru bulamayarak psikolojisinin bozulması, cinnet, şiddet ve intihar vak’aları acaba salt ekonomik nedenlerle açıklanabilirmi? Maddenin ve materyalizmin ağır baskısı altında ruhen bunalan insanlar, uyuşturucuya, alkole ve nefsanî eğlencelere başvursalar da bir türlü tatmin olmuyorlar. Çünki tedavinin yolu başkadır. Cenabı Hak ayetinde bu reçeteyi açıklamıştır. “Dikkat edin!İyi anlayın! Ancak ve sadece Allah’ı zikretmekle kalpler mutmain olabilir” (Rağd 28) Yani huzurun yolu ve bunalımdan çıkışın ilacı imanla Allah’a yönelmektir.
Hatta iman ve zikir sadece ruhî değil,bedeni rahatsızlıkların tedavisinde de etkilidir. Günümüzde modern tıp bunu kabul etmiş ve kısmen uygulamaktadır. Pek çok Türk bilim adamı gibi, ABD. Cerrahlar Birliği üyesi ve mühtedî Dr.Poll Ernest Adolph yıllarca yaptığı klinik çalışmaları ve hastaları üzerinde tetkikleri sonucunda; şunları söylemektedir. “Öyle inandım ki, hakikî ilaç aynı anda hem ruha, hem de cisme şamil olmalıdır. Tıbbî ve cerrahî mâlûmatımı, Allah’a imanım ve ilmimle tatbik etmenin vazifem olduğunu idrak ederek, bu iki yönü sağlam bir esasa bağladım. Ancak bu yolla hastalarımın muhtaç olduğu ilacı onlara sunmaya muvaffak oldum. Tıbbi çalışmalarım esnasında, maddi bilgilerim yanında, manevi bilgilerle de mücehhez olduğum zaman birçok hastalığı gerçekten tedavi edebileceğimi anladım. Eğer insan bu tıbbi çalışmadan Rabbini uzaklaştırırsa, bütün çalışmaları, yarım doz verilen ilaç kadar bile tesirli olmaz.”
Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, İnsan ruh ve bedenden ibarettir. Birindeki hastalık diğerini de rahatsız eder. İşte acizane biz burada, Kur’an eczanesinden devşirdiğimiz hayat ve huzur reçetelerini sunmaya çalışacağız.
Hüdaya emanet olun.
SORU, DİLEK VE ELEŞTİRİLER İÇİN Şevket TANDOĞAN
standogan06@hotmail.com Fahrî Vâiz
GSM:0532 371 11 82 İç Anadolu Birliği Gnl.Bşk