Yaşamın her hangi bir alanında, çağdaş hukuk düzenlerinin öngördüğü esaslara bir aykırılık söz konusu olduğunda; bu aykırılığı çağ dışı yönüyle ele alarak eleştirmek gerekirken, işin kolayına kaçıp Atatürk İlkelerine aykırılığını ileri sürmek doğru bir yaklaşım değildir. Böylesine bir tutumun, Atatürkçü Düşünceye, onu benimsemeyenlerin yaptıkları sinsi saldırılar ile verdikleri zarardan çok daha fazlasını verdiğine inanırım… Atatürkçü düşüncenin hedefi: Türk toplumunu ‘çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmaktır.” Bütün hukuka aykırılıkları, örneğin; fırıncının ekmeğin gramajını düşürmek suretiyle hırsızlık yapmasından tutun da, organize suç örgütü kurmak suretiyle ihalelere fesat karıştırmaya kadar pek çok eylemi Atatürk İlkeleriyle bağdaşmıyor diyerek eleştirmek mümkündür. Bu kolaycı yolun Atatürkçü Düşünceyi öğreterek, özümsetme yerine, onu itici hale getirdiği yaşam deneyleri ile ortaya çıkmıştır… Bu nedenle, geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’da ‘Allah’a ve Peygambere küfür ettiği için” idam cezasına mahkum edilen Türk vatandaşının içinde geçtiği hukuki durumu; hiç kimsenin anlamakta zorluk çekmeyeceği evrensel değerlerle tartışmanın daha yararlı olacağını düşünüyorum…
11 yıl önce Suudi Arabistan’a giderek, berber dükkanı açan bir Türk vatandaşını, tartıştığı komşusu Mısırlı bir terzinin “bu adam Allah’a küfretti” şeklindeki şikayet etmesi üzerine, başı kesilerek idam cezasına çarptırılması ve sonunda Cumhurbaşkanımız ile Başbakanımızın araya girip; “TÖVBE” kurumunun işletilmesi ile serbest bırakılması olayı(1) belleklerimizde canlılığını korumaktadır. Bu olay üzerine; Şeriat Hukukunda uzman olduğu anlaşılan Riyatlı avukat Abdülrahman el Lahem; bu tür davalarda : “Yargıcın iddiayı doğru kabul edip ölüm cezasını onaylayacağı gibi, sanığa tövbe etme fırsatı vererek beraat ettirebileceğini belirtip; sonucun, yargıcın Şeriat hukukunu nasıl yorumladığına bağlı olduğuna dikkat çekmişti. Nitekim dediği gibi de oldu(2)… Yaşama hakkına yeniden kavuşan SB; VIP salonundan ülkeye kabul edilerek, doğruca Başbakanın yanına gönderildi (3) …
Türk berberi yargılayan, Şeriat Mahkemesi şikayetçi Mısırlı terziyi hiç dinlemeden polise yaptığı şikayeti doğru kabul etmiştir. Yargılama sırasında berberin iddia edildiği gibi Allah’a küfür ettiğine ilişkin tanık da dinlenmemiştir. Bu davadaki birinci sorun; şikayetçi terzinin ( Şeriat Yasaları ile korunan manevi değer) Allah’a inanıp inanmadığı karardan önce belirlenmemiştir. Eğer Terzi Allah’a inanmıyorsa veya başka bir şeye inanıyorsa suç işlenememiştir. Zira terzinin inandığı her neyse, o Şeriat Yasaları ile koruma altına alınmış olamaz… İkinci sorun; her hangi bir kişinin şikayetinin doğru peşinen doğru kabul edilip, şüpheliye suçlu olmadığını ispatlama külfetinin yıkılmasıdır. Orta Çağ Avrupa’sında da yargılama yöntemi böyleydi. Sanığa suçunu kabul edip ikrar edene kadar işkence edilirdi. İşkenceye dayanamayan insan sonuçta suçu kabul etmek zorunda kalırdı. Sanığın işkence ile suçunu itiraf etmesi ile de yargıç heyeti vicdanı kanıya ulaşır ve cezaya hükmederdi. Üçüncü sorun: bu tür yargılamalarda; birkaç kaç kişinin yalancı tanıklığı üzerine kurulacak bir senaryodan kurtulmanın da olanaksızlığıdır. Bu şekilde bazı kötü niyetli insanların düşmanlarını devlete öldürtmesi mümkün hale gelmektedir. Dördüncü sorun: kralın veya yüksek yargıcın tövbeyi kabul etme yetkisinin bulunmasıdır…
Yukarıdaki soruların cevabını Türkiye’de yaşanmış benzer bir olay içinde arayalım:
“Olay günü şikayetçi yanında bir arkadaşı olduğu halde köylerine giderken, arkalarından kendilerine yetişen sanık Refik; aralarında mevcut önceki dargınlık sebebiyle müştekiye saldırarak (seni anasını sk… kardeşinin de, senin de Allah’ını, kitabını sk….) şeklinde küfretmesi üzerine; Yargıtay’ımız olayda sanığın Allah’a Kitaba sövme yönünden özel bir kastı olduğu saptanamaması halinde, sanığa ceza verilemeyeceği, münakaşa ve kavga sırasında söylenen sözlerin şikayetçiye yönelik olduğu, bu nedenle suçun manevi unsurunun oluşmadığı, doğrudan doğruya bu kavramlara yönelik ve onları hedef alan bir saldırı anlayışının sonucu olarak hareket edilmemiş olması halinde sanığın bu suçtan mahkumiyete karar verilemeyeceğine hükmetmiştir(4) …
Buyurun!… Benzer iki olay ve bu olaylar karşısında Şeriat Mahkemesi ile Cumhuriyet Mahkemesinin verdiği iki karar… Türk Hukuk Devriminin, Türk halkı için ne anlama geldiğine somut bir örnek…
Onun için de “Hukukun Üstünlüğü İlkesi” her şeyin üstündedir… Hukuk, onu ihlal edenlere bir gün mutlaka gerekli olmuştur…. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur… İnsanlığın tarih boyunca geçirmiş olduğu acı deneyimler; adaletin imbiğinden süzülerek bu günlere gelmiş ve evrensel hukuk kuralı olarak insanlığa mal edilmiştir… Bu nedenle, konu ile bağlantılı olan aşağıdaki hususları (dipnotları ile birlikte) okumanızı öneriyorum…
Eski Ceza Kanunumuzun 175. Maddesinin (3.) fıkrasında:” Allah’a veya dinlerden veya bu dinlerin peygamberlerinden veya kutsal kitaplarından veya mezheplerinden birine hakaret eden” kişilerin hapis cezası ile cezalandırılmaları öngörülmekteydi.(5) Daha sonra bu madde : “Her kim semavî dinlerden (6) birine ait dinî işlerin yahut ibadet ve ayinin yapılmasını men veya ihlâl ederse” şeklinde değiştirilmiş ve bu son düzenleme iptal istemiyle Anayasa Mahkemesi önüne gelmişti. Anayasa Mahkemesi “semavi dinlere” getirilen özel korumayı laiklik ve yasa önünde eşitlik ilkesi ile düşünce ve inanç özgürlüğüne aykırı olacağı gerekçesiyle iptal etmiştir… Anayasa Mahkememizin bu kararını her Türk vatandaşının okuyup özümsemesi gerekliliğine inanıyorum (7) …
Yeni Ceza Kanunumuzun 216. Maddesinin (3.) fıkrasında, bu konudaki düzenleme; “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, cezalandırılır” şekline getirilmiştir.(8) Dikkat edilirse yeni düzenlemede; eylemin suç sayılabilmesi için kamu barışını bozmaya elverişli olma ve aşağılamanın, açıktan açığa, herkesin gözü önünde olması koşulları birlikte aramaktadır.
Şeriat Mahkemesi yargıcı ise, S.B. Davasında; Şeriat Hukukunu nasıl yorumladığına bağlı olarak, sanığa idam cezası da verebilmektedir, tövbesine kabul edip beraat da ettirebilmektedir. Tabii burada sözü edilen “tövbe”nin salt idam cezasından kurtulmak için yapılmış olma olasılığını da göz önünde tutmak gerekir. Çünkü, gerçekte sanığın tövbe ederken, dini ölçülere göre, geçerli bir tövbe edip etmediğini bir tek Tanrı bilebilir… Kaldı ki, İslam Dinine göre de tövbeyi yine sadece Tanrı kabul edebilir… S.B. Davasında nasıl olduysa, yüksek mahkeme yargıcı, sanığın içinden geçenleri bilip(!) tövbesini kabul etmiş!…
Küfürden başlayarak, sözü buraya kadar getirmişken, gelin size küfrün başka bir yanını da anlatayım. Duydunuz mu bilmem eskiler küfür için : ‘asabı müsekkin’dir(9 ) derlermiş… Özellikle de Anadolu mizahında küfrün önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. Öte yandan, pek çok önemli konunun, küfürlü kalıplarla kurulan cümleler içinde muhataplarına öğretildiği de söylenir… Gülerken düşünmeniz için bunlardan birkaç örneği aşağıdaki dipnota koydum.(10)
Tekrar konumuza dönecek olursak; çağdaş hukuk sistemlerinde; halkın bir kesiminin benimsediği değerleri açıkça aşağılama suçunun, kamu düzenini bozacak ağırlıkta olması halinde; topluma karşı bir suç işlendiği kabul edilir. Dolayısıyla toplum adına devletin, suçluları cezalandırması gibi, gerektiğinde affetmesi de doğal karşılanır. Şeriat Hukukuna göre, ‘Allah’a küfretmek’, Allah’a karşı işlenmiş bir suç mu, yoksa topluma karşı işlenmiş bir suç mu olduğu sorunu ortaya çıkmaktadır? Kanımca Allah’a küfretmeyi; Tanrı’nın varlığı ve birliği gibi dinin temellerinden sayılan ‘inançları inkâr etme’ kavramı çerçevesinde ele almak daha isabetlidir… Öyle olunca da; suçun Allah’a karşı işlendiğini kabul etmek gerekir. O zaman da karşımıza başka bir sorunun çözümü çıkar. ‘Tövbe’ ile ilgili ayetlerde; kabul edilebilir tövbe; ‘bilmeyerek günah işleyip, sonra çok geçmeden tövbe edenlerin tövbesi’ olarak tanımlanır(11) ve tövbeyi sadece Allah’ın kabul edebileceği vurgulanır!… Bu konuda oldukça fazla sayıda ayet de vardır.(12)
Şeriat Hukukuna göre, Allah’a sövme suçunun bireye karşı işlenmiş suç olarak kabul edilmesi halinde; birey af etmedikçe onun yerine geçip,’ kadı efendinin’ (veya kralın ) affetmesi söz konusu olursa; kararın adaletli olduğundan söz edilemez… Suçu topluma karşı işlenmiş olarak kabul ettiğimizde ise, Toplum adına kamu otoritesinin affetme yetkisinin olduğunu da kabul etmek gerekir. Ne var ki, bu defa da bu yetkinin keyfi olarak kullanılması adaletsizliğe neden olur. Zira böyle durumlarda ancak genel olursa af adeletli olabilir… Arkasında iki Cumhurbaşkanı ile, bir Başbakan olmayan sanıklar; işledikleri suçun bedelini hayatları ile öderken, S.B. gibi arkası ‘kuvvetli’ olanlar VIP(13) salonundan geçip doğruca Başbakanlık Makamına kadar gidebilirler!…
Yukarıda aktarılanlar çerçevesinde; S.B.’ın başından geçen olayları değerlendirdiğimizde; sonuç itibariyle Cidde Şeriat Mahkemesi kararının çağdaş hukuk sistemlerinde hukuki bir değeri olmadığını söylemeye gerek bile yoktur. Yargılama usulündeki adaletsizlikleri de bir yana bırakarak, günün sorusunu şu şekilde sorabiliriz: Ciddi Şeriat Mahkemesinin kararı, şeriatın temel kaynaklarının başında gelen Kuran’a uygun mudur veya yargıcın (veya kralın) tövbe eden bir kişinin tövbesini kabul edip, onu af etmesi daha büyük bir küfür müdür ?
‘Bu soruya cevap vermeye yetecek din bilgim yoktur’ diyenlere de başka bir soru sorarak bitirelim: Bu yargılama maratonunu kellesini kaptırmadan tamamlayan Hataylı berberin ülkeye girişinin VİP Salonundan yapılması ve doğruca Başbakan’ın yanına gönderilip akşam haberlerine yetiştirilmesi sizce uygun mudur ?
Kalın sağlıcakla…
Av. Cemil CAN